EN BÜYÜK TEHLİKE GÜNAHINI UNUTMAK

İNSAN İÇİN EN BÜYÜK TEHLİKE NEDİR?
Direksiyon başındaki şoförün küçük bir hatâsı, bazan büyük bir felâkete sebep olabilir.
Manevî dikkatsizlikler de, ruhî hayatımızın ölümüne ve hattâ ebedî hayatın kaybına yol açabilir.
Ömür dediğimiz 60-70 senelik dünya hayatımızı büyük bir gayretle korumaya çalışırken, ebedî hayatımızı korumak için çok daha büyük bir gayret sarfetmemiz gerekmiyor mu?
Ancak bütün bu dikkat ve gayretlere rağmen, şaşma ve yanılma istidadında olan insanın günah ve hatâdan tamamen kurtulması mümkün değildir. Bu takdirde yapılacak iş, derhal düştüğü yerden kalkmak ve hatâdan dönmektir. Çünkü şeytanın mühim bir hilesi, insana kusurunu îtiraf ettirmemek, ona kusurunu kusur olarak göstermemektir. Tâ ki, istiğfar ve Allah'a sığınma yolunu kapasın. "Kusurunu itiraf ederek istiğfar eden, istiâze eder. istiâze eden (Allah'a sığınan) ise, şeytanın şerrinden kurtulur."
Şeytan, insana günah ve kusurunu îtiraf ettirmemek veya küçük göstermek suretiyle daha büyük günah ve kusurları işlemeye sevk eder.
Ondan sonra da, "artık hayra kâbiliyeti kalmadığını, iyice bozulduğunu, yola gelse de bunun bir fayda temin edemiyeceğini" telkin ederek onu ümitsizlik girdabına yuvarlar. Şeytanın bu hilesine karşı Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Keriminde mü'min kullarına yardım edeceğini vaad etmekte ve Allah' ın rahmetinden ümit kesilmemesini ikaz buyurmaktadır (Zümer Sûresi, 53)
İşte, Cenâb-ı Hak, şeytanın telkinlerine kapılarak günaha düşmüş mü'min kullarının elinden sonsuz rahmetiyle tutup kaldırıyor ve ona af kapılarını açıyor. Kendi kusur ve günahını Cenâb-ı Hakkın dergahında itiraf ederek af dileyen insanı, Allah'ın rahmeti boş çevirir mi? Nitekim boş çevirmeyeceğini birçok ayet-i kerimeyle vaad etmektedir.
Onun affı sadece zindandakilere ve belli bir kitleye de mahsus değil, hem her zaman geçerli, hem de bütün insanlığı kuşatacak kadar geniş.
En büyük felâket, günahlarının ağırlığı altında ezilerek ümitsizliğe düşmek ve hakka dönme imkânını ebedî olarak kaybetmektir. Bunun içindir ki, Cenâbı Hak mü'min kullarını rahmet ve fazlıyla ümitsizliğe düşmekten ve şeytana tâbi olmaktan kurtardığını açıkça ifade buyurmaktadır:
"Eğer Allah'ın nimet ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız müstesnâ, muhakkak şeytana uyup gitmiştiniz." (Nisâ Sûresi, 83).
Yine Cenâb-ı Hak mü'minleri, "işledikleri günah sebebiyle Allah'ı anmaktan vazgeçmeyip, günahlarında ısrar etmeyen kimseler" olarak vasıflandırmaktadır.
"Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak günahlarının bağışlanmasını isteyenler, hem de yaptıkları günahta bile bile ısrar etmemiş olanlar -İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altından ırmaklar akan cennetlerdir. orada ebedi olarak kalacaklardır. Güze! amel yapanların mükâfatı ne güzeldir." (Alî İmran Sûresi, 135-136).
İnsan, günahından sıkılıp Allah'tan af dileme hassasiyetini kaybettiği noktadan itibaren tehlike ile karşı karşıyadır. Yoksa, insan olarak hiçbirimiz günahsız değiliz. Bilerek veya bilmeyerek, küçüklü büyüklü pekçok günahın içine her zaman giriyoruz. Burada birinci derecede ehemmiyet taşıyan husus, günahın farkına varabilmek, günahı günah olarak görebilmek ve bundan dolayı Allah'ın af ve rahmetine sığınmak ihtiyacını duyabilmektir. Unutmamak gerekir ki, Allah'ın rahmetinden istifade edebilmek için Onun rahmetine müracaat etmek gerekir. Meselâ Cenâbı Hak "şifâ verici" mânâsındaki Şâfi isminin de sahibidir; bu ismiyle hastalıklara şifa verir. Fakat bir hastanın "Cenab-ı Hak nasıl olsa Şafidir, benim şifamı verir" diyerek hiçbir tedbire başvurmaması halinde, hastalığın ted5visi değil, daha da kötüleşmesi muhtemeldir. Ve böyle bir insanın, Allah'ın Şâfi isminden fazla ümitlenmeye hakkı yoktur.
Bunun gibi, Cenâb-ı Hak, Tevvâb, Afüvv, Gafûr ve Rahîm gibi, affetmeyi, bağışlamayı, tevbeleri kabul etmeyi ve merhamet etmeyi ifade eden isimlerin de sâhibidir. Fakat insanın bu isimlerden nasibini alabilmesi için, o isimlerin gerektirdiği şekilde hareket etmesi icab eder. Bunun da başta gelen şartı, Cenâb-ı Hak nasıl olsa affeder diyerek günahların içine dalıp gitmek, insanın günahlar karşısındaki hassasiyetini kaybettirir. Ve insan, zamanla günahını günah olarak görmez hale gelir. İşte bu, günahın kalbi kaplaması halidir. (Burada kalb ile kastedilen şey, mânevî hayatımızın merkezidir; yoksa göğsümüzün ortasındaki et parçası değildir.) Günahını kabûl etmeyen ve günahı karşısında Allah'ın af ve rahmetine sığınmak ihtiyacını hissetmeyen kimse ise, ilâhî rahmete liyâkatini kaybetmiş demektir.
İnsana günâhkar karşısındaki hassasiyetini kaybettiren başlıca sebeplerden biri de, günah seline kendilerini kaptıran insanların artık o selden kurtulma ümitlerini kaybetmeleridir. İslam alimleri bu ümitsizliği, şeytanın en önemli hilelerinden biri olarak değerlendirirler. Oysa ki bir insan, büyük günahları da işlese, hemen imân dairesinden çıkıvermez. Onun nefsine mağlub olması, imânsızlığının değil, hislerine, nefsine ve şeytana bir anlık yenik düşmesinin bir neticesidir. Bu yenilgiler üst üste tekrarlanır ve günah bir alışkanlık haline getirilirse, bu defa şeytan "Sen artık adam olmazsın Allah senin tevbeni kabul etmez" şeklindeki telkinlerle insanı ümitsizliğe atmaya çalışır.
Halbuki Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerimde açıkça şöyle buyurmaktadır; "Ey kendilerinin aleyhinde, günahta haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O Gaftlr ve Rahîmdir." (Zümer Sûresi, 53).
Bir hadis-i kudside de Allah'ın "Rahmetim gazabımı geçmiştir" (Müslim, Tevbe: 3) buyurduğu belirtilir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kullarının tevbe ve istiğfar karşısında Cenâb-ı Hakkın duyduğu (kendisine has) kudsî lezzet ve memnuniyeti şu hadîslerinde dile getirirler: "Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerinde de yiyecek ve içeceği yüklenmiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendisine şöyle der: `Artık ben ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.' Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devenin üzerindedir. İşte Allah, mü'min kulunun tevbe ve istiğfarı ile, böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden çok daha fazla sürur ve lezzet alır." (Şüphesiz ki, bu lezzet, bizim tattığımız lezzet ve sevinçlerle en küçük bir alâkası olmayan, Cenâb-ı Hakka mahsus, ifade etmekten âciz olduğumuz kudsî bir lezzettir. Bunu idrâk etmemiz mümkün olmadığı içindir ki, bizim idrâk edebileceğimiz cinsten bir hâdiseye benzetilerek bir hakikat anlatılmak istenmiştir.)
Bir başka hadis-i şerifte de "istiğfar eden bir kimsenin günde yetmiş defa dahi günahını tekrar etse, yine günahında ısrar etmiş sayılmayacağı" belirtilir. (Müsned 5:130; Darimî, vitr: 36.)
Şu halde, işlenen günahlardan ve nefse mağlûbiyetten dolayı ümitsizliğe düşen kimse, Allah'ın kendisine verdiği bunca fırsatı kendi ayağıyla geri tepiyor demektir. Hz. Ali de (r.a.) buna işareten şöyle der: "Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde helâk olan kimsenin durumuna hayret ediyorum. O reçete de istiğfardır." Yine Hz. Ali Efendimize nispet edilen bir başka söz de şöyledir: "Cenâb-ı Hak herhangi bir kuluna istiğfarı ilham etmişse, ona azâb etmemeyi murad etmiştir." (İhyâ-i Ulûm, 3:162).
Yazımızı bir âyet meali ile bitiriyoruz:
"Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var."
Evet günah ne kadar büyük olursa olsun, Allah'ın rahmetinin daha büyük olduğunu unutmayıp, ümitsizliğe düşmemeliyiz.