Kur'an-ı Kerimde Cihadın Önemi Ve Fazileti

Hz.kur'ana göre cihadın fazileti ve gerekliliği.Kuranda cihadın önemi.
Hz Peygamber (s.a.v.)’in yirmi üç senelik asr-ı saadet döneminde cihad konusunda gelen ayet-i kerimelerin bir kısmını sıralamak istiyoruz: Kuşkusuz ayet-i kerimelerin her birisinin ‘sebeb-i nüzûlü’ yani indiriliş nedeni farklı olsa da konu esas itibariyle aynıdır. Konu, ‘i’lây-ı kelimetullah’ yani Allah (c.c.)’ın adının yüceltilmesi ve Hakk’ın hâkimiyeti için mal, can ve dil ile ve bütün gücüyle çalışmak yani cihad etmektir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda cihad edilmesi konusunda değişik zamanlarda gelmiş çok sayıda ayet-i kerime vardır. Bu ayetler, gerek Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve gerekse O’ndan sonraki dönemlerde Müslümanların hareket ve güç kaynağı olmuştur. Cihad ayetlerinin bir kısmını kısa açıklamalarıyla şöyle sıralamak mümkündür:

“Eğer annen baban seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarda (bu hususta) onlara itaat etme!” [43]

“Kim, cihad ederse ancak kendi yararına cihad eder. Allah Teâlâ, âlemlerden zengindir. (Kimsenin cihadına muhtaç değildir. İnsanların cihad ve ibadetleri kendi menfaatleri içindir.)” [44]

“Allah Teâlâ uğrunda O’na yakışır biçimde cihad ediniz.” [45]

Cihad, asr-ı saadetteki dönemlere göre incelenmesi halinde daha iyi anlaşılır:
İlk Peygamberlik yıllarında ve genelde bütün Mekkî âyetlerde cihad ‘ebedî mutluluğu sağlayacak olan tevhid dinini yaşamak ve yaymak için bütün çabayı harcamak’ anlamında kullanılmıştır. Mekke döneminin orta­larına doğru indiği tahmin edilen ‘Furkan’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kendisine gelen vahye dayanarak büyük cihad etmesi emir edilmektedir: “Onunla büyük bir cihad et!” [46]

Bu âyette Peygamber (s.a.v.)’e, silahla değil, fakat Kur’an ile cihad etmesi emredilmiştir ki bu, ilim ve dil ile yapılan cihaddır. Âyette kâfirlerin sözlerine aldırma­ması, gerçekleri açık açık anlatan Kur’an’a dayanarak var gücüyle insanları Hakk’a çağırması için çaba harcaması emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.)’in, kâfirlerin iti­razlarına ve engellemelerine aldırış etmeden gece ibadetlerini sürdürmesi, tertil ile (düşüne düşüne) Kur’an okuması ve müşriklerin yalanlamalarına, sözlü saldırılarına sabır ile karşılık vermesi dil ve ilim ile yapılan en büyük cihaddır. Çünkü Mekke’de Müslümanlar kıtal (savaş) yapacak sayı ve imkâna sahip değillerdi. Onun için Mekke’de inen âyetlerde Allah Teâlâ için cihad öğütlenmiş ve emredilmiştir:

“Ama biz(im uğrumuz)’da cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah Teâlâ, iyilik edenlerle beraberdir.” [47]

Bu âyette Allah Teâlâ’nın, kendi uğrunda cihad edenleri, ken­disine varan yollara ileteceği ve kendisinin, güzel davrananlarla beraber olduğu vurgulanıyor. Bundan iki sûre sonra inen ‘Hac’ sûresinde ise Müs­lümanlara, Allah Teâlâ uğrunda O’na yaraşır biçimde cihad etmeleri emrediliyor. “O’nun uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad ediniz.” ifadesi, Mekke’de Müslümanlar için şartların iyice ağırlaştığını gösterir. Müslümanların gittikçe artan ve hatta bir kısmını Habeşistan’a hicret etmeye zorlayan baskılara dayanmaları emredilmektedir. Kur’an’ın öğretilerini yerleştirebilmek için her türlü çaba harcanmalı, gerektiğinde bu uğurda göç etmeye de katlanmalıdır. Nitekim bundan sonra inen sûrelerde cihad ile birlikte hicret (göç)’ten de söz edilecektir:

“Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar,
Allah Teâlâ’nın rahmetini umarlar. Allah Teâlâ, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [48]

Bu âyette artık cihad, dayanma, çaba harcama yanında kıtal (savaş) ile de bağlantılıdır. Çünkü Medine döneminin ilk yıllarında inen Bakara sûresinin 216. âyetinde Müslümanlara kıtal (yani savaş)’ın farz kılındığı, kendilerini yurtlarından çıkarmış ve dinlerinden döndürmek için kendile­riyle savaşmakta olan düşmanlara karşı konulması gereği bildirilmekte, daha sonra inanıp hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerin, Allah Teâlâ’nın rahmetini umacakları, Allah Teâlâ’nın bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulan­maktadır.

Bundan sonra inmiş olan ‘Enfâl’ sûresinde de iman, hicret ve cihada önemli bir ifade katılmaktadır: “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, artık cihadı, savaş ile eş anlama getirmiştir:
“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah Teâlâ yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göç edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, ko­ruyucusu)’durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşa­yanlara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz).
Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz, gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allah Teâlâ, yaptıklarınızı görmektedir. İnkâr edenler, birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yap­mazsanız, (Allah Teâlâ’nın bu emirleri tersine, müminleri bırakıp kâfirleri dost tutarsanız.) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa olur. Onlar ki, inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar ve onlar ki, (göç edip gelen müminleri) barındırdılar ve (onlara) yardım ettiler, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır. Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle beraber savaştılar, işte onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan akrabası), Allah Teâlâ’nın kitabına göre bir­birlerine daha yakın dostturlar. Allah Teâlâ her şeyi bilir.” [49]

Cihad, çoğunlukla ‘Allah yolunda’ ifadesiyle beraber kullanılır. “Allah yolunda cihad edenler” cümlesinde “Fi Sebilillah” (Allah yolunda) deyimi, cihaddan daha genel bir anlam içerir. Esasen cihad, Allah yolunun açılması için yapılır. “Allah yolu”, İslâm öğretilerinin, hükümlerinin tümüdür. Nahl sûresinin 125. Ayetinde bu yola ‘Rabbinin yoluna) hikmetle, güzel öğütle çağrılması ve bunun yer­leşmesine karşı gelen insanlarla en güzel biçimde mücadele edilmesi (uğraşılması) emredilmiştir. Cihad, Allah yolunun üzerine konulan engel­leri kaldırmak ve kapalı olanları açmak için harcanan çabalardır.

Daha sonra inmiş olan sûrelerde “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, daha güçlü vurgularla anlatılmıştır:
“Yoksa siz, Allah Teâlâ, içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabr edenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” [50]

“Yoksa siz, Allah Teâlâ içinizden cihad eden ve Allah Teâlâ’dan, Elçisinden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allah Teâlâ yaptıklarınızı haber almaktadır.” [51]

Bu âyette Allah Teâlâ’nın, Elçisinden ve müminlerden başka dost tutmayan kimseleri ortaya çıkarmadan Müslümanları bırakmayacağı buyrulmaktadır.

İnsanların gerçek karakterleri, yetenekleri ve cevherleri, güç olaylar içinde belli olur. Mümin, Allah yolunda cihaddan asla kaçmaz, usanmaz. O yalnızca Allah Teâlâ’yı, Rasûlünü (Elçisini) ve müminleri can dostu, koruyucu tanır, içini onlara döker. Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, gerçekten onları seven bir mümin, onların düşmanı olan müşrikleri, münafıkları ken­disine dost ve koruyucu tanımaz. Özetle bu âyette müminlerin denendikleri belirtilmekte ve kendileri cihada teşvik edilmektedir.

Daha sonra Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin, Allah Teâlâ katında derecelerinin daha büyük olduğu, onların başarıya erecekleri, cennete girecekleri belirtilir:
“İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah Teâlâ katında dereceleri daha büyüktür, işte kurtu­luşa erenler onlardır.” [52]

Daha sonra Hz Peygamber (s.a.v.)’in ve kendisiyle beraber inananların, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettikleri vurgulanır:
“Fakat Rasûl (Elçi) ve O’nunla beraber inananlar, mallarıyla, canla­rıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte başarıya erenler onlardır.” [53]

‘Hucurat’ sûresinde de gerçek müminlerin hiç şüphe etmeden Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler olduğu vurgulanır. [54]

Bundan sonra inmiş olan ‘Tahrîm’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla cihad etmesi emrediliyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara katı davran!” [55]

Burada cihad, cephe savaşından çok, ilim ve dil ile savaş anlamındadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e kâfirlere ve münafıklara karşı cihad etmesi açıkça emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.) kâfirlere karşı savaşmış ise de münafıklarla savaşmamıştır. Âyette Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla ciddî biçimde uğraşması, onların hilelerini ve tehlikelerini önlemeye çalışması buyrulmaktadır.
Bu âyetin açık anlamından, münafıklarla da savaşmak gerektiği anlaşılır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) münafıklarla savaşmamış, onların öldürül­mesini emretmemiştir. Bu davranışından, Hz Peygamber (s.a.v.)’in, âyetteki emri, zorlayıcı bir emir değil, bir izin olarak değerlendirdiği anlaşılır.

“Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanırsınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. İşte bilirseniz, sizin için en iyisi budur. (Böyle yapınız ki Allah Teâlâ) Sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve oturulmaya değer bahçeler içinde güzel konutlara koysun. İşte büyük başarı budur. Seveceğiniz bir şey daha var: Allah Teâlâ’dan bir zafer ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele!” [56]

“Ey inananlar, Allah Teâlâ’dan korkun, O’na (yaklaşmaya) yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” [57]

Bu âyette müminlere, felaha erebilmeleri için Allah Teâlâ’nın buyrukları dışına çıkmaktan korunmaları, kendilerini Allah Teâlâ’ya götürecek vesile ara­maları ve Allah yolunda cihad etmeleri emredilmektedir.

“Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” [58]

Tevbe sûresinde de Müslümanlara mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad emri pekiştirilmektedir. Ancak “Mallarınızla ve canlarınızla” kaydı yanında “hifâf ve sikal (hafif ve ağır) olarak sefere çıkınız!” ifadeleri de, buradaki cihadın savaş anlamında kullanıldığını gösterir.

Bu âyette çıkılması emredilen savaş, ‘Tebuk Seferi’dir. Âyetteki ‘hifâf ve sikal’ (hafif ve ağır) sözleriyle nelerin kast edildiği, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır:

Hifâf savaşa çıkmaya istekli olarak, sevinçten hafiflemiş, uçarcasına; sikal savaş size ağır, güç gelerek, her iki halde de savaşa çıkın. Yahut çoluk çocuğunuzun azlığından dolayı hafif; külfetinizin çokluğundan ötürü ağır olarak savaşa çıkın. Yahut zengin, fakir olarak savaşa çıkın yahut hafif ve ağır silâhlarla savaşa çıkın yahut binekli ve yaya olarak yahut genç ve ihtiyar; yahut zayıf ve şişman olarak savaşa çıkın, demektir.

Âyette bu manaların hepsi de muhtemeldir. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir. Bu âyetin, sûrenin 91. Ayeti olan “Zayıflara güçlük yoktur..” Ayetiyle nesh edildiğini söyleyenler vardır. Neshin sebebi de güya bu âyetin savaşı herkese farz kılmasıdır. 91. Âyetle bu hüküm hafifletilmiştir.

Gerçekte âyet, ‘Tebuk’ seferiyle ilgilidir ve Müslümanlara kolay da olsa, güç de olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) herkesi bu savaşa götürmemiştir. Yaşlıları, kendileri için binek hayvanı bulamayanları bırakmıştır. Eğer bu âyet sefere çıkmayı herkese farz kılsaydı, her ferdin sefere katılması gerekirdi. Demek ki âyet, seferi herkese değil, katılma gücü bulunanlara farz kılmaktadır. Savaşma gücünde olan­ların kimine savaş kolay, kimine zor gelir. İşte Cenâb-ı Hak, bunlara, kolay da olsa, zor da olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Bu âyet, mutlak olarak savaşa çıkmayı emrediyor. 91’nci âyet ise bu genel hüküm­den bazı kimseleri, özürlüleri çıkarıyor. Burada nesih yok, tefsir vardır. İkincisi, birincisini tefsir etmektedir. Arada nesih söz konusu değildir. [59]

“Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse Allah Teâlâ, yakında öyle bir toplum getirecek ki O, onları sever, onlar da O’nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından kork­mazlar. Bu, Allah Teâlâ’nın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah Teâlâ’nın lütfu geniştir, (O,) bilendir.” [60]

Bu âyette, inananlardan kimler dininden dönerse Allah Teâlâ’nın, onların yerine kendisinin sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü, şiddetli; hiç kimsenin kınamasından korkmadan, çekinmeden Allah yolunda cihad eden bir toplum getireceği belirtilmektedir.

Önceki âyetlere bağlı olan bu âyet, Müslümanların düşmanlarıyla dost olup Müslümanların zararına davranışlar içine giren kimselerin dinden çıkacaklarını ifâde ettiği gibi; ileride olacak olaylara da işaret etmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)’in son yıllarından başlamak üzere (11) Arap kabilesi irtidad (Dinden dönme) etmiştir. Bunların üçü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatının sonlarında, yedisi Hz. Ebu Bekir (r.a.) devrinde, biri de Hz. Ömer (r.a.) devrinde olmuştur.

Her çağda dinden dönenler, onların yerine getirilen mücahidler ol­muştur. Ancak Kur’an’ın haber verdiği, Allah Teâlâ tarafından sevilen ve Allah Teâlâ’yı seven, inananlara karşı mütevazı, inançsızlara karşı güçlü, şiddetli olan, kimsenin eleştirisine, kınamasına aldırmadan Allah yolunda çaba harcay­an, cihad eden bu yiğit insanlar kimlerdir?

Hz. Ali (r.a.), Hasan-ı Basrî (r.a.), Dahhâk (r.a.) ve Sa’îd ibn Cübeyr (r.a.)’e göre bunlar dinden dönenlere karşı savaşan Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır. Süddî’ye göre bunlar ‘Ensâr’dır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e yardım edenler, O’nun dininin üstün gelmesi için ona destek olanlar onlardır. Mücahid (r.a.)’e göre bunlar Yemen halkıdır. Bu âyet indiği zaman Peygamber (s.a.v.)’in, Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi göstererek: “Onlar bunun kavmidir” dediği rivayet edilir. Bazı kimselere göre de bunlar İranlılardır. Hz Peygamber (s.a.v.)’in, bu âyetten sorulunca, Selmân-ı Fârisî’nin omuzuna vurarak: “işte bu ve adamlardır” deyip, sonra: “Eğer din, Süreyya yıldızına asılı olsa, Fars Oğullarından bazı adamlar, uzanıp onu alırlar” dediği rivayet edilir. Bazılarına göre de bu âyet, Hz. Alî (r.a.) hakkında inmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), Hayber günü, bayrağı Hz. Alî (r.a.)’ye vereceği sırada: “Yarın bayrağı öyle bir kimseye vereceğim ki o Allah Teâlâ’yı ve Elçisini sever, Allah Teâlâ ve Elçisi de onu sever.” demiştir. Ayette anılan sıfatlar da bunlardır.

Gerçekte bu anılan toplumların hepsi, âyetin saydığı sıfatları taşır. Hepsi de Allah Teâlâ’yı ve Rasûlünü (Elçisini) seven, Allah Teâlâ ve Elçisinin de kendilerinden memnun olduğu yiğit insanlardır. Fakat âyetin işaret ettiği kimseler, sadece belli bir çağdaki veya bölgedeki toplum değildir. Her çağda ve her yerde gelecek olgun, mücahid insanlar âyetin kapsamına girer. Ensâr (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşları, Hz. Ali (r.a.), Ebu Musa el-Eş’arî’nin kavmi olan Yemen halkı bu vasıfları taşıdığı gibi, İslâm’a hizmet etmiş ve edecek olan çeşitli uluslar, gruplar da bu vasıfları taşırlar. Batıdan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşî saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Selçuklular; İstanbul’u alıp İslâm’ın başkenti yapan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara, Saraybosnalara kadar götüren Osmanlı mücahidleri de elbette bu âyet-i kerimenin işaret ettiği mücahid toplumun kapsamındadırlar.

[43] Ankebut sûresi, 29/8.
[44] Ankebut sûresi, 29/6.
[45] Hac sûresi, 22/78.
[46] Furkan sûresi, 25/52.
[47] Ankebut sûresi, 29/69.
[48] Bakara sûresi, 2/218.
[49] Enfâl sûresi, 8/72-75.
[50] Âl-i İmrân sûresi, 3/142.
[51] Tevbe sûresi, 9/16.
[52] Tevbe sûresi, 9/20.
[53] Tevbe sûresi, 9/88.
[54] Hucurat sûresi, 49/15.
[55] Tahrîm sûresi, 66/9; Tevbe sûresi, 9/73.
[56] Saf sûresi, 61/10-13.
[57] Mâide sûresi, 5/35.
[58] Tevbe sûresi, 9/41.
[59] Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş.
[60] Mâide sûresi, 5/54.