İSLAMCILIK NEDİR?

İslamcılık nedir?İslamda islamcılık ne anlama gelir?

İslâmcılık İslâm’i inanç, düşünce, ahlâk, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslâm ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik bir çözüm arayışı olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanmıştır. İlk defa Yeni Osmanlılar arasında gündeme gelen bu ideoloji, II. Abdülhamid döneminde faydacı bir politika unsuru olarak değerlendirilmiş, II. Meşrutiyet’ten sonra ihya ve ıslah çizgisinde bir İslâm düşüncesi şeklinde takdim edilmesinin yanında alternatif ve modernist bir toplum ve devlet yönetimi projesi olarak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar varlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde bu hareketin giderek ilmî ve kültürel bir ilgi alanı haline dönüştüğü, 1960’lardan itibaren de adlandırma aynı kalsa bile mahiyet değişimine uğrayarak yeni bir nitelik ve popüler kimlik kazandığı görülür. Yeni Osmanlılar’dan itibaren İslâmcılık hareketi içerisinde yer alan aydınların ilmî ve fikrî faaliyetleri hukuktan sanat ve edebiyata kadar birçok alanda farklı bir çizgi ve literatürün oluşmasına yol açmıştır.

Teşekkül Devri. XIX. yüzyıla hemen her alanda Batılı devletlerin ağır baskısı altında giren İslâm dünyasında Avrupa’nın sömürgeleştirme hareketine karşı koyabilmek ve İslâm toplumunun Batı karşısında gerilediğini hissettiği alanlarda gelişmesini sağlayabilmek için dünya İslâm dayanışması fikri geliştirildi. İslâm’ın özünde var olan birlik ve kardeşlik ruhunun Osmanlı’nın temsil ettiği hilâfet kurumu etrafında modern anlamda siyasî ideoloji olarak formüle edilmesi Tanzimat döneminin aydınları olan Yeni Osmanlılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte Yeni Osmanlılar İslâmcılığın yanında Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi akımların ideolojik çerçevelerinin ilk defa tartışıldığı bir kaynak olma özelliğini de taşımaktadır. İslâmcılık fikrinin oluşumunu hazırlayan sebepler şu şekilde ifade edilebilir: 1. XIX. yüzyılda müslümanlar eğitim, ilim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlıktan kurtulmak için bir taraftan Batı’nın ilim ve teknolojisini almanın gerekliliği üzerinde dururken diğer taraftan Batı’nın pozitivist ve materyalist kültürüne karşı kendi inanç ve geleneklerini koruyup geliştirmek amacıyla bir dönüşüm ve değişim içerisine girmişlerdir. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültürel canlanma ve hareketlilik İslâmcılığın entelektüel zeminini oluşturmuştur. 2. Tanzimat tecrübesi ve bilhassa Islahat Fermanı’nın getirdiği müslüman-gayri müslim eşitliğinin sebep olduğu toplumsal huzursuzluk sürecinde kendilerini devletin sahibi telakki eden müslümanlar, artık “millet-i hâkime” statülerini kaybedecekleri endişesiyle itirazlarını dile getirirken aynı zamanda yapılanları şeriattan sapma olarak değerlendiriyor, buna karşı dine sıkı sıkıya sarılmak gerektiğini söylüyorlardı. Bunun yanı sıra Tanzimat dönemi boyunca hem eşitlik politikalarının hem de yenileşme çabalarının gereği olarak özellikle hukuk düzeninde yapılan değişiklikler ve Avrupa’dan iktibas edilen kanunlar halkta dinî hassasiyetin gelişmesine ve İslâmcı tepkilere kaynaklık etmiştir. 3. XIX. yüzyıl ortaları, Avrupa devletlerinin sömürge siyasetlerinde köklü değişikliğe giderek İslâm ülkelerinin doğrudan işgal ve ilhakıyla hâkimiyetlerini tesis etmelerinin ivme kazandığı dönemdir. Endonezya, Orta Asya ve Hindistan bu süreci yaşadı. Bunun üzerine sömürge durumundaki müslümanlar Osmanlı Devleti’nden yardım talep ettiler. Hilâfet telakkisinden güç ve ilham alan bu yöneliş, Osmanlı aydınlarının dikkatlerini sınır ötesi İslâm dünyasının gerçeklerine çevirdi ve bu yöndeki gelişmeler giderek dünya İslâm dayanışması fikrinin olgunlaşmasını sağladı. O zamana kadar aralarında ciddi bir organizasyon bulunmayan İslâm milletleri birleşip bir güç oluşturabilirlerse Avrupa’nın ilerleyişi durdurulabilecekti. Birleşmenin nasıl gerçekleşeceği meselesi dinin millî ve milletlerarası siyasette aktif rol üstlenmesiyle, dinin temel kavram ve amaçlarının buna uygun yeni bir içerik kazanmasıyla, yani sonuçta dinin ideolojiye dönüşmesiyle halledilecekti. İslâmcılık ilk defa, bu süreci ve dönüşümü temsil eden ve siyasî niteliği ağır basan bir tez olarak ortaya çıktı.

Dönüşümün öncüsü olan Yeni Osmanlı hareketinin yapısı bu süreçteki önemli bir husustur. Düşünce hürriyetinden yola çıkan Yeni Osmanlılar’ın kısa vadedeki hedefleri “usûl-i meşveret” adını verdikleri demokrasi, “meşrutiyet” dedikleri anayasal düzen ve “şûra” dedikleri meclistir. Osmanlı toplumu için yeni olan bu hedefe ulaşmada gerekli halk desteğini sağlamanın ve “Tanzimat diktatörleri”ne karşı muhalefeti güçlendirmenin yolu ise en güçlü toplumsal dinamik olan dinin temel prensiplerine dayanan bir söylem geliştirmektir. Dinin bir bakıma siyasî ifade biçimi kazanması anlamını taşıyan bu aşamada kısa sürede alternatif bir dünya için İslâmcı tezler geliştirilmeye başlanacaktır. Bu anlayış, aynı zamanda merkezî iktidara hâkim olup bir an önce hedefe ulaşma iddiası taşıdığı için siyasetle İslâmcılığı birleştirerek Türk tarihinde

bundan sonra devam edecek olan bir geleneğin de başlangıcı sayılmaktadır.

İslâmcılığın ideolojik yapısı doğuş devresinde iki farklı boyutta gelişti. İlk boyutta, İslâm’ın genel prensiplerini ve evrensel tebliğini XIX. yüzyılın yeni modellerine göre yorumlayıp formüle eden modern tezler yer almaktadır. İkinci boyut ise yine modern anlamda bir milliyetçilik olarak sonuçlandırılabilecek tarzda geliştirilen ittihâd-ı İslâm düşüncesidir. Buradan hareketle İslâmcılık, modern Batı’nın sosyal ve siyasal alanın merkezine yerleştirdiği birçok yeni kavram ve kurumu dikkate alarak bunları reddetme, kabul etme veya kendi kavram ve kurumlarıyla telif etme çabası içine girmiştir. Böylece İslâmiyet bu yeni sistemler karşısında savunulabilecek ve bu yeni formdan evrensel tezler, kuramlar üretilebilecekti. İlk olarak demokrasi yerine “meşveret” gündeme alınıp İslâmî delillerle yeni bir süreç başlatıldı. Bunu parlamento yerine “şûra”, seçmenler yerine “ehlü’l-hal ve’l-akd” gibi İslâm düşüncesinde arka planları olan kavramların öne çıkarılması takip etti (meşveret kavramını demokrasiye yakın bir anlamda ilk defa Tunuslu Hayreddin Paşa kullanmıştır). Nâmık Kemal’in yazılarında teorik temellerine kavuşan bu çaba, onun Hürriyet gazetesinin yedi sayısında (ilki, sy. 12, 14 Ekim 1868) “Usûl-i Meşverete Dair Mektuplar” başlığıyla yayımladığı yazı serisinde demokrasiye şer‘î dayanaklar bulma ve dinî itirazların cevaplandırılması etrafında gelişti.

Aynı şekilde Fransız İhtilâli’nin slogan haline getirip demokrasinin temeline oturttuğu “halk egemenliği” fikri de Yeni Osmanlılar tarafından dinî dayanaklar inşa edilerek savunuldu. Halk hâkimiyetiyle Allah’ın hâkimiyeti arasında görünen çelişki “tabii hukuk” doktriniyle çözümlenmişti. İlâhî ve beşerî düzenlemeler arasındaki uçurumu kapatmak ve mantıklı bir köprü oluşturmak için kullanılan tabii hukuk doktrininin basit bir mantığı, fakat önemli sonuçları vardır. Tanrı dünya için ilâhî kanunlar vazetmiştir. İnsan kendisi için iyi ve faydalı olan bu kanunlara uygun yaşamaktadır. Buna göre her toplumda geliştirilen hukuk normları ilâhî iradeye uygun olmalıdır. Bu mantık, Yeni Osmanlılar’ın şeriatı yeniden ve bütünüyle hâkim kılma teşebbüslerinin teorik kurgusunu teşkil etmiştir.

Yeni Osmanlılar, öngördükleri siyasî değişimi evrensel bir açılımla desteklemek ve tamamlamak için Batı’daki panslavizm ve pancermenizm kavramlarından ilham alarak “ittihâd-ı İslâm” (panislâmizm) kavramını kullandılar. İlk defa 1869’da Hürriyet gazetesinde yer alan ittihâd-ı İslâm kavramı (Nâmık Kemal, Hürriyet, sy. 46, 10 Mayıs 1869), belirtilen içeriğiyle önce Yeni Osmanlılar’ın Avrupa yayınlarında yer almış, 1871 yılına kadar hararetle tartışılmış, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar da Osmanlı düşünce dünyasında âdeta bir kitle ideolojisine dönüşmüştür. Tartışmaların odağında, İslâm dünyasının Osmanlı Devleti’nin liderliğinde bir araya gelerek kurtuluşa ereceği tezi vardı. Buna göre müslümanların geri kalmasını ve yabancı boyunduruğu altına girmesini engelleyecek tek çare ittihattır. İttihat, İtalyanlar’ın millî birliklerini kurmaları gibi halktan kaynaklanan bir hareketle meydana gelebilir. İttihadın gerçekleşmesinin ön şartı, müstebit yönetimlerin yıkılarak meşrutî yönetimlerin kurulması ve halk hâkimiyetinin gerçekleştirilmesidir.

1871 yılından itibaren İstanbul’da devam eden bu yöndeki tartışmalar kısa zamanda bir heyecan dalgası oluşturdu. Yeni ideolojinin Tanzimat’ın Osmanlıcılık idealine ters düşmesinin getirdiği ürkekliğe rağmen aydınlar arasında ve basında yoğun bir ittihâd-ı İslâm söylemi başladı. Bu söylemlerde, XIX. yüzyıl ideolojilerinin kitleleri ortak amaçlara sürükleyişini farkeden Osmanlı aydınlarının İslâmiyet’e böyle bir misyon yükleme çabaları açıkça görülmektedir. Bunu sağlamak üzere de broşürler kaleme alıp dağıtmak, din adamlarını ittihâd-ı İslâm fikrini yaymak için seferber etmek, cami ve mescidleri bu gaye için kullanmak, haccı propaganda vesilesi olarak seçmek gibi metotlar gündeme getirildi.

İttihad-ı İslâm düşüncesinin siyasî bir fikir olmanın ötesine geçirilerek bir medeniyet davasına dönüştürülmesi yönünde açılan tartışmalarla ortaya konan teklifler ve itirazlardan ittihâd-ı İslâm’ın modern anlamda bir milliyetçilik olarak geliştirildiği ve savunulduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce Batılı milliyetçi ideolojiler, özellikle XIX. asrın “pan” hareketleri çokça müracaat edilen örneklerdir. Ayrıca İslâm toplumunun geleneksel kurumlarına sık sık atıfta bulunulmasına rağmen ittihâd-ı İslâm fikri modern iletişimin yani gazetenin ürünüdür. Bunun yanında İslâmcılar, değişik şekillerde savunulan bu fikrin en önemli ortak paydası olan “terakki” davasını bu fikrin tamamlayıcı unsuru olarak takdim etmişlerdir. Nihayet ittihâd-ı İslâm fikrinin yeniliği, bizzat onu ortaya atanlar ve tartışanlar tarafından özenle vurgulanmıştır. Bu fikri savunanların “İslâmlık fikri teşkili, İslâm meslek-i mahsûsu, İslâm millettarlığı” gibi ifadeleri kullanmaları bu ideolojinin bilinçli olarak inşa edildiğini göstermektedir.

1860’lı yılların sonlarında Avrupa’ya kaçan ve oradan Osmanlı hükümetine karşı yeni bir siyasî muhalefet yürüten aydınlar geleneksel İslâm’ı İslâmcılığa dönüştüren ilk kuramcılar sayılabilir. Hürriyet talebiyle yola çıkan ve hürriyetin anayasalı parlamenter rejimle sağlanabileceğini savunan bu aydınların söyleminde “İslâm’ı hayata yeniden hâkim kılma” teklifi önemli bir yer tutmuş, Batı siyasî tarihi ve düşüncesinin ürünü olan kavram ve kurumlarla İslâm düşüncesini cemetmeye çalışarak İslâm’ın aklî ve terakkici bir yorumunu geliştirmişlerdir. Bunu yapabilmek için de seçmeci bir tavır sergilemişler, durağan toplumla özdeşleşmiş Ortaçağ klasik İslâm’ını elverişsiz buldukları yerlerde bir yana bırakarak İslâm’ın saf biçimine ve aslî kaynaklarına yönelmişler, aklî deliller için İslâm felsefesine başvurmuşlardır. Batı’yı da aynı seçmeci tavırla değerlendiren aydınlar, XIX. yüzyıl pozitivizmi yerine XVIII. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin kendileri için elverişli buldukları unsurlarını öne çıkarmışlardır. Böylece karşılarına XIX. yüzyıl Avrupa’sının terakki ve demokrasi gibi temel kavramlarını alıp bunlara uygun bir siyasal-sosyal kuramı İslâm’ın da içerdiğini ispatlamaya çalışmışlar, İslâm hukukunun akla uygun bir hukuk sistemi olduğunu savunmuşlardır. Geleneksel İslâm’da üzerinde pek fazla durulmayan meşveret, şûra, biat, ehlü’l-hal ve’l-akd gibi İslâmî kavramlarla Batı’da yerleşen demokrasi, parlamento, seçim, kamuoyu gibi kavram ve kurumları karşılamaya çalışarak kitlesel düzeyde İstanbul’da yaygınlaşan ittihâd-ı İslâm düşüncesiyle Batılı milliyetçi ideolojilerin bir benzerini oluşturmaya gayret etmişlerdir. Bu çabada İslâm’a milliyetçi bir ideoloji gibi yaklaşılarak İslâm dini artık bir inanç olmanın yanı sıra daha geniş bir dünya içinde bütünleşmek için benimsenen bir kimlik haline getirilmek suretiyle ona ideolojik bir eksen kazandırılmış, kitleleri aydınlar eliyle seferber etmenin ana unsuru haline dönüştürülmüştür.

Bu dönemde Osmanlı aydınları tarafından dile getirilen temel yaklaşım ve tezler şöylece sıralanabilir:

1. İslâmiyet modern ihtiyaçları karşılayacak, modern gelişmeler karşısında insanın dünyaya bakışını

tayin edecek, değişmeleri açıklayacak ve hayatın her alanına hâkim kılınabilecek evrensel bir siyasî-sosyal muhtevaya sahiptir. Bu sistem insana doğruyu yanlışı bildirmekte, ona rehberlik etmekte, toplum hayatının temel normlarını vermekte, yönetenlerin ve yönetilenlerin haklarını belirlemektedir. İslâmiyet’in modern dünyadaki bu kapsayıcılığı kaynağını kutsaldan almakla birlikte akılla da kavranıp temellendirilebilir. Zira İslâmiyet akla uygun bir dindir.

2. İslâm bütün modern gelişmelere açık bir dindir, çağın yeniliklerine kolaylıkla intibak edebilir; gelişmeye engel olmadığı gibi bizzat gelişmeyi emreder. İslâmiyet’in terakkiye engel görünen tarafları aslında ona sonradan ilâve edilen geleneklerde aranmalıdır. Bu sebeple İslâm’ı onu sınırlayan geleneklerin bağından kurtararak aslî şekline döndürmek gerekir. Aslî kaynaklar yeni bir yorumla gelişmeci bir İslâmî sisteme dönüştürülebilir. Bunun için Ortaçağ’da kapanan ictihad kapısı yeniden açılmalı ve yeni hükümler üretilmelidir.

3. Batı tartışılmaz bazı üstün niteliklere sahiptir. Müslümanlar Batı’yı üstün kılan ilim, teknik ve medenî usulleri alarak kendi toplumlarını kalkındırmak zorundadır. Eskiden müslümanların elinde bulunan bu imkânlar müslümanların ihmali sonucu Batılılar’ın eline geçmiştir. Batı sadece ilmi ve tekniğiyle değil geliştirdiği düşünce ve kurumlarla da üstündür. Müslümanlar, Batı’dan işe yarar gördükleri düşünce ve kurumları da alabilir, kendi toplumlarına uygulayabilirler. Bu işlem seçmeci bir tarzda yapılacaktır.
4. İslâmiyet, müslümanlar için Batılı milletler gibi bir milliyet prensibi getirmektedir. Müslümanlar bu prensip etrafında birleşerek siyasî bir topluluk oluşturabilir. İslâmiyet müslümanların siyasî kimliğini temel alacakları milliyet esasını vermektedir.