İSLAMDA HAYA (UTANMA DUYGUSU)

İslamda utanma duygusu nasıl olmalıdır?islam dininde haya'nın önemi.
Haya,utanma,arlanma,iffet,namus,nefsin çirkin şeylerden arınması,mahcubiyyet gibi anlamlar ifade eder .Haya duygusu ancak iman ile mümkün olur.Yani haya ile iman birbirinin olmazsa olmalarıdır.Zira Fahri âlem efendimiz, "Haya imandan bir şubedir" buyurdular.Görüldüğü gibi hayâ, insana has fıtrî bir duygudur. Bu duygu, insanı, her istediğini yapmaktan alıkoyan en önemli özelliklerden biridir. Şu hâlde insan yaratılışında var olan hayâ, İslâm dinin özü olan iman ile beslenip gelişince insanda iffet olarak, ar ve ayıplara karşı en büyük kalkan şekline dönüşmektedir. İnsandaki hayâ, iman ve iffetten ayrıldığı takdirde tek başına kötülüklere karşı direnemeyerek sarsılacak, yırtılacak, hattâ yıkılabilecektir.

"Utanmıyorsan dilediğini yap" nebevi hadisi de varid olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer bir icazla düzenlenmiş bir kelâmdır.

Hz.Ali r.a. "Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez" buyurdular. Gerçekten de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler. Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler. Haya özellikle kadınlar için çok gereklidir. Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha artırır. Hatta Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna "Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını vermişti.

Haya sırf hayır ve hayra vesiledir. Buna karşılık hayasızlık ve çirkin söz de şer ve şerre götürücüdür. Allah Rasulü -salat ve selam ona ve âline olsun- "Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır" buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir.

İmam Maverdî hayayı üç kısma ayırır: "1- Allah'tan utanmak, 2- İnsanlardan utanmak, 3- Kendi nefsinden utanmak." Maverdî, Allah'tan utanmayı şöyle tanımlar: "O'nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır."

Rasûlullah (s.a.s), bir gün ashaba, "Allah'tan gerektiği gibi haya ediniz" demişti. Onlar, "Yâ Rasulallah, Allah'a hamd olsun, haya ediyoruz" cevabını vermeleri üzerine, "Gerçek haya o değildir. Fakat gerçek anlamda Hakk'tan haya eden başını (baçtaki duyu organlarını) ve başın (içindeki düşüncelerini) korusun, karnını ve karnının ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terketsin, böyle yapanlar Allah'tan hakkıyla haya etmiş olurlar" buyurmuştur.

Rivâyete göre Alkame b. Ulase, "Ya Rasulallah, bana nasihat et" deyince Hz. Peygamber (s.a.s) "Kavminin etkileyici kişilerinden utandığın gibi Allah'tan da utan" buyurmuştur. Allah, bütün yaratıklan sürekli görüp gözetlemektedir.
Kur'ân'da "Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?" (el-Alak, 96/16) buyurulmuş, Rasulullah (s.a.s) de ünlü Cibril hadisinde, ihsanı, Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak tanımlamış ve eklemiştir: "Sen O'nu görmüyorsan bile O seni görüyordur" Şüphesiz Allah'ın kendisini gördüğünün bilincinde olan bir kimse O'ndan utanır, O'nun emir ve yasaklarına karşı gelemez.
Kuşeyrî, "Ândolsun kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbi'nin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti" (Yusuf, 12/24) âyetinin tefsirinde şöyle bir kıssa anlatıldığını nakleder: "Zeliha evinin bir köşesinde bulunan putun üzerini örtmüş (sonra hadi demiş), fakat Yusuf (a.s) sormuştu; "Şu yaptığın işin manası nedir?" Zeliha, "Puttan utanıyorum" deyince Yusuf, "senin puttan utandığından ziyade ben Hak Teâlâ'dan utanmaktayım" demişti.

Allah'a karşı olan hayası, Yusuf (a.s)'ı fuhuş ve kötülükten korumuştur. Gerçekten de haya, özellikle Allah'tan utanma duygusu dinin kuvvetinden ve imanın sağlamlığından ileri gelmektedir. O nedenle Allah Rasûlü, "Haya'nın azlığı küfürdür" ve "Haya imandandır" (Buharî, İman, 16; Müslim İman, 57-59) buyurmuştur. Allah'tan gereği gibi utanmamak, haya duygusunun azlığı Allah'ın emirlerine muhalefet sonucunu doğurduğu için giderek insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir yoldur. Bir başka hadisinde de Rasulullah şöyle buyurarak, iman ile hayanın ilişkisini ortaya koymuştur: "Haya, imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darma dağın olur her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da haya'dır" (İbn Mâce, Zühd, 17).

Maverdî, hayanın ikinci kısmı olarak ifade ettiği insanlardan utanmayı da şöyle tanımlar: "Kişinin insanlardan utanması ise, insanlara ezâ ve açıktan açığa kötülük etmemesidir." Nitekim Rasûlullah (s.a.s) "Allah'tan sakınan, insanlardan da sakınır" buyurmuştur.

Maverdî'ye göre kişinin kendi nefsinden utanması, haya etmesi ise, iffetli olması ve yalnızlığında günahlardan sakınmasıdır. Hayanın bu kısmı, nefsin erdemlerinden ve ahlâkın güzelliğinden ileri gelmektedir. O halde insanın hayası bu üç yönden tam olursa onun hayır nedenleri de tam ve kötülük nedenleri kendinden uzaklaşmış olur. Kuşeyrî, hayanın bir çok çeşidinden söz etmiştir. Maverdî'nin tasnifinden tamamen farklı olan bu bölümleme de şöyle: Cinayet (günah işlemek) hayası: Adem (a.s) bunun örneğidir. Hz. Adem, "Benden firar mı ediyorsun?" denilince, "Hayır, tersine senden haya ediyorum" cevabını vermişti.

Kusur hayası: "Seni tesbih ve tenzih ederiz, sana hakkıyla ibadet edemedik" diyen meleklerin hayası gibi.

Ta'zim (iclâl) hayası: Aziz ve celil olan Allah'tan haya ettiği için kanadını kapayan İsrafil (a.s)'in hayası gibi.

Kerem hayası: Ümmetinden haya ettiği için "evden çıkın" diyemeyen Rasûlullah'ın (s.a.s) hayası gibi. Aziz ve Celil olan Allah bu konuda, "Ey mü'minler, Peygamber'in evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın, söze dalmayın. Bu haliniz Peygamber'i üzüyor, fakat o size bir şey söylemekten utanıyordu. Ama Allah gerçeği söylemekten utanmaz" (el-Ahzab, 33/53) buyurmuştur.

Haşmet hayası: Hazreti Ali'nin hayası gibi. Hazreti Afi, kızı Fatıma ise evli olduğu için mezinin çıkmasının dini hükmünü Rasûlüllah'a soramamış ve bunu sormasını Mikdat bin Esved'den rica etmişti.

Hakir görme (istihkar) hayası: Musa (a.s)'ın hayası gibi. Hazreti Musa, "Dünyevi bir ihtiyacım zuhur ediyor, fakat bunu izale etmesini Rabbımdan dilemekten haya ediyorum" demiş; yüce Allah da ona, "Hamurunun tuzuna ve koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste" buyurmuştu.

Nimet hayası: Bu, Rab Teâlâ'nın hayasıdır. Sırat (köprüsünü) geçen kula mühürlü bir mektup verir, kul açar bakar ki içinde, "Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan haya ettim, hadi (Cennete) git, affıma mazhar olduğun hususunda şüphen kalmasın" ibaresi yazılıdır" (Kuşeyrî Risalesi, s. 314-315).

Cüneyd'e "Rabbım ne ile buldun?" diye sorarlar; şöyle der: "Azametini hatırlar, O'ndan haya eder ve günahtan kaçınırım" Bu, insanın Allah'ı kendisine yakın bilerek günah işlemekten haya etmesi, marifet sahibi olduğunun alâmetidir demeye gelir. İbn Ata da, "En büyük ilim heybet ve hayadır. (Bir kimsenin kalbinden) heybet ve haya (duygusu) gitti mi, artık onda hayır kalmaz" demiştir. Haya ile ilgili olarak Sırrıyyu's-Sakatî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Haya ve üns kalbin kapısını çalarlar, eğer burada zühd ve verâ' bulursa konaklarlar, aksi takdirde geçip giderler."

"Haya Allah'ın nimetlerini görmektir, ibadet ve ameldeki kusurları görmektir. Bu iki görüş arasından bir hal doğar ve ona haya adı verilir."


İnsandan istenen, Allah’ın yüce ahlakıyla ahlaklanması ve bu şekilde “Allah’ın yeryüzündeki halifesi’’ olmasıdır. Hem Resulullah(s.a.v) ve hem de gönderilmiş tüm diğer peygamberler bu ahlakın birer canlı tanığı ve uygulayıcısı olmuşlardır. Nitekim Resulullah (s.a.v) kendi misyonunu şöyle ifade ediyor; “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” bir başka yerde ise; “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim.” (Hâdis-i Şerif, Câmi'us-sagîr, Künûz-üd-dekâik) demiştir.
Bir ayeti kerimede Rabbimiz; “Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir.” (Ahzab, 21) buyuruyor.

Bundan dolayı olacak ki Resulullah yetiştirmiş olduğu sahabesinin her şeyiyle ilgilenmiş, onu adeta tepeden tırnağa bu ahlaka göre yetiştirmiştir. Sahabeyi bu güzel ahlaka teşvik etmek için birçok ifadesinden bir tanesi şöyledir; Ebû'd-Derdâ (r.a.)’dan rivayetle Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Kıyamet günü mü'minin terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Allah Teâlâ, çirkin ve ne konuştuğunu bilmeyenlerden nefret eder.”

Yine Âişe (r.a.)’dan rivayetle Allah Resulü sallallahu buyurdu: “İman bakımından müminlerin en mükemmeli, ahlâkça en güzel olan ve ailesine en güzel davrananlardır.”

Bir diğer hadiste ise; “Şüphesiz mü'min güzel ahlâk sayesinde, oruç tutan ve gece namaz kılanların derecesine ulaşır.” (Ebû Dâvud)

İşte bu anlayış, ölçü, ilke ve prensiplerle yetişen sahabeler ve onlardan sonra gelen diğer güzide şahsiyetler sahip oldukları bu yüce ahlakları sayesinde insanlığın iftihar tablosunu oluşturmuşlardır. Bu yeryüzü cehenneminde bunalmış insanlara pak ve temiz halleriyle her biri cennetten birer nefes aldırmıştır. Yaşadıkları zamanın tüm rezilliğine ve zilletine rağmen onlar bu karanlıklar içinde etraflarını aydınlatan birer parlak nura dönmüşlerdir. İnsanlık bugün böylelerine ne kadar da muhtaç ve bu yüksek ahlaklı insanların eksikliğini devasa bir boyutta ne kadar da yaşıyor!

Müslüman, bu dinin önüne koymuş olduğu değerleri en iyi şekilde bilme ve koruma sorumluluğuyla karşı karşıyadır. İnsanlığa öncülük, yol göstericilik göreviyle sorumlu olan yani emri bil ma’ruf nehyi enil münker (iyiliği emredip kötülükten men etme) ile sorumlu olan Müslüman birey, bu büyük misyonu yerine getirebilmek için bu ahlaki öğretileri çok iyi bilmek gerekliliği içindedir.

Elbette ki, İslam bu noktada kapsamlı bir birikimi içinde barındırıyor. Yani İslam ahlakı insan yaşamının her alanına; sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki, eğitim vb. sunmuş olduğu bakış açılarıyla Müslüman bireyin yaşamını en ufak ayrıntıya dek yeniden bir inşa sürecine sokarak onu özüyle/fıtratıyla/tabiatıyla buluşturmaktadır.

Hayâ Ve İffet Kavramları: İslam’da; güzel hallere ve huylara sahip olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâline edep denmiştir. Edebin başka anlamları olmakla beraber Müslümanlar arasında daha çok hayâ ve iffet kavramlarını karşılayacak yakın bir anlamda kullanılmıştır. Edep İslam âlimleri tarafından çok önemsenmiş ve üzerinde titizlikle durulmuş bir konudur.

Öyle ki, İmam Rabbani bir sözünde; “Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz” demiştir. Edep, insanda güzele dair olan her şeyi kendi içinde barındırmaktadır. İnsanı bir çiçek olarak düşünecek olursak onun kokusu, rengi ve tüm cazibesidir. İslam dini insanda yerleşecek olan huyların yani ahlakın edebe uygun bir şekilde olmasını uygun görmüştür.

Hayâ; utanma, ar, namus, çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalpte meydana gelen rahatsızlıktır. Resulullah (s.a.v)’in bu konuda çok hadisleri vardır. “Hayâ ile iman beraberdirler. Biri gidince, diğeri onu takip eder.” (Hâdis-i şerif, Nisâb-ül-Ahbâr)

“Her dinin bir ahlakı vardır. İslam’ın ahlakı da hayâdır.” (İbn Mace, Zühd, 17)

Hz Ebubekir ise; “Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir” demiştir.

İffet; insan ruhundaki yapıcı kuvvetin, yani şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huydur. Nefsi kötü isteklerinden men etmek, ar, namus, hayâ duygusudur.

Resulullah (s.a.v); “İffet sahibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, iffetli yapınız.” (Barîka) buyurmuştur.

Dikkat edilirse edep, hayâ ve iffetin birbirine çok yakın anlamları vardır. Hepsinin de ortak noktası ise nefsin kötü isteklerinden, çirkin ve boş şeylerden sakınmaktır. Bu ise müminlerin Kuran’da övülen bir özelliğidir. “Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir.” (Mü’minun, 3)

İyi bir ahlaka sahip olmak için iyi ahlakı karşılayan fiillerin ne olduğunu bilmek ve bunların dışında var olan hal ve hareketlerle meşgul olmamak en kazandırıcı yoldur. Eğer bu fiilleri bilirsek çevremizdeki insanların ortaya koymuş oldukları hayâ ve iffetten yoksun davranışları daha iyi görebilir ve bunlardan daha kolay bir şekilde korunabiliriz. Hazreti İsa’ya sen bu ahlakı nereden öğrendin diye sorduklarında, İsa(a.s) şu muhteşem cevabı verir: “Ben bu ahlakı ahlaksızlardan öğrendim.”

Dolayısıyla geçmiş ve günümüz toplumlarında hayâ ve iffetin durumuna şöyle bir göz gezdirdiğimizde bu kavramların soyut manası bilinç dünyamızda daha iyi somutlaşır.

İslam dışındaki dinlere ve inanç biçimlerine mensup bu toplumlarda; ne yazık ki çoğu zaman “hayâ” ve “iffet”ten en ufak bir yaşam belirtisi bile bulamıyoruz.

Bu toplumlarda; insana, Allah’ın rızasını kazanmak için gönderilmiş olduğu dünya hayatındaki imtihanda başarılı olabilmesi için verilmiş olan tüm güç, kuvvet ve dinamizm; şehevi kötü arzuları gerçekleştirmek ve bu noktaya odaklanmış hedeflere ulaşmak için kullanılır.

Bu toplumlarda; insan sürekli bir hareketlilik içindedir, çok çalışır, çok yorulur. Ama ne bu çalışma ve ne de bu yorgunluk onu geliştiren bir durum değil, aksine onu özünden uzaklaştıran/yabancılaştıran ve bayağı bir yaratık statüsüne indiren bir tuzaktır.

Bu gibi toplumlarda; insan ruhunu besleyen ve onu bu ruhun kemal düzeyine, yüce doruklarına, zirvelerine taşıyan iffet ve hayâ gibi şerefli bir şahsiyetin en önemli karakter özelliklerinden haber yoktur. Varsa, yoksa bedenin her türlü ihtiyacını herhangi bir şekilde, ama ne olursa olsun tatmin davranışı hâkimdir. Bu gibi toplumlarda; en ucuz şey ahlak, edep, hayâ ve iffettir.

Örneğin bu toplumlardan biri olan eski Yunan toplumunda kadın ve erkek bu büyük mahrumiyetin birer kurbanı olmuştur. Her ne kadar bu toplumda dönem dönem bazı iyileştirme faaliyetleri gerçekleştirilmişse de bu tür ahlaki özellikler sadece kadınlarda aranıyor ve erkekler bu noktada teşvik edilmiyordu. “Yunanlıların iftihar vesilesi olarak gördükleri en büyük felsefecileri ve muallimleri bile zina ve fuhşu, ‘ayıp bir fiil’ veya mutlaka kınanması icap eden bir hareket olarak görmemekteydiler.’’ (Mevdudî-Hicap)
Zamanla bu toplumda nikâh ve evlenme de ortadan kalkmıştı.

Örneğin yine; Hindistan’da Bam Marg adında bir mezhep fahişeliği bir ibadet olarak görmüştür. İran’da Mazdek dini, kadın ve servetin toplumun umumi/ortak bir malı olduğu görüşünü savunmuştur. Önlü filozof Seneca, Roma toplumunu anlatırken şöyle diyor; “Zamanın Roma’sında boşanma hadiseleri artık ayıp sayılmamaktadır. Kadınlar bir ömür boyu, yaşlarının adedinden daha fazla erkekle evlenebiliyorlar.” (acaba günümüz toplumundan bir farkı var mı?)

Lut kavminin tarihteki yeri ise ibretliktir. Onlar kendilerinden önce hiçbir kavmin yeltenmediği bir hayâsızlığı yapmış ve Livataya yani homoseksüelliğe yönelmişlerdir. Rivayetlere göre yüz bin kişilik bir kavim bu günah yüzünden helak edilmiştir. Allah’ın hayâsızlıktan ne kadar nefret ettiğini anlamak için şu gerçeği görmek akıl sahipleri için yeter. Lut kavminde 80 bin kişinin gece namazına kalktığı ve bu çirkin günahı işleyenlerin sayısının ise 100 ile 200 kişi arasında olduğu söylenir. Allah, Cebrail (a.s)’ı bu kavmi helak etmesi için çağırdığında, Cebrail (a.s) içlerinden gece namazına kalkanların halinin ne olacağını Allah’a sorar. Allah(c.c); “Onları da helak et, çünkü onlar bir güne bir gün bu çirkin hayâsızlığın karşısında durmadılar” buyurur.

Tarihte bunlar gibi nice örnekleri vermek gayet mümkün. Çünkü tarih boyunca utanmaz, sınır tanımayan, nefsinin kölesi, düzeysiz, seviyesiz, şahsiyetsiz ve şehvetperest insanlar çok olmuştur.

Bu toplumların uzantısı konumunda olan günümüzün bazı toplumlarında da eğer durum bunlardan çok daha kötü değilse, daha iyi değildir. Bugün içinde yaşadığımız dünyada geçmiş zamanlarda ortaya çıkmış olan tüm günahların, eksikliklerin, zaafiyetlerin, geriliklerin hepsinin bir arada bulunduğunu ve bunların artık modern dünyanın insanında aranan adet, gelenek, görenek ve özellikler olduğunu görmekteyiz.

Günümüz toplumlarında, hayâ ve iffet perdesi tamamen yırtılmıştır. Helal ve haram sınırlarının korunmasına yönelik olması gereken hassasiyetler ortadan kalkmış ve Modernize adı altında hayâsızlık ve iffetsizlik çağdaş dünyanın parlak yüzü olarak karşımıza çıkarılmıştır.

Bugün artık özellikle batı toplumlarında zina ve fuhşun her türlüsü Modernist anlayış tarafından helal sayılmış ve ulu orta yerde insanlar bu çirkin fiilleri işler hale gelmiş ve getirilmiştir. Sadiyê Şîrazî ne güzel de demiş; “Eğer çağdaşlık çıplaklıksa, eşşek en büyük çağdaştır.”

Batı toplumlar bir tarafa, günümüzde yüzü batıya dönük olan bazı Müslüman halkların da ithal bir hayâsızlık ve iffetsizliği yaşadıkları görülmektedir. Özellikle çok uluslu şirketler üzerinden yapılan edepsizlik ithalatı her geçen gün Müslüman bireyi de kendi sultası içinde hapsetmektedir. Görünen o ki Müslümanlar Allah Resulünün kendilerine göstermiş olduğu o pak ve temiz yoldan oldukça uzaklaşmış bulunuyorlar. Bu açıdan İslami ilkeler ve prensipler ışığında bu durumu tekrar gözden geçirmeli ve o pak ve temiz İslam fıtratına dönüşün yolunu aramalıyız.


İslami İlkeler Ve Prensipler Işığında Hayâ Ve İffet
Modernist anlayışın ayak oyunlarıyla doğrular yanlış, yanlışlar ise mutlak doğru olarak gösterilmiştir. İnsanın haram yerlerini; Kuran’ın ifadesiyle çirkin yerlerini açmaya, ortaya çıkarmaya soyunmuş Modernist anlayış, insanları adeta cinsellik organının mahkûmu ve kurbanı haline getirmiştir.

Öyle bir insan ortaya çıkartılmıştır ki,
Bu insanın gözleri her yerde günahı aramaya ve ona bakmaya susamış.
Bu insanın dili her yerde çirkin sözleri, küfür dolu, isyan dolu sözleri sarf etmeye susamış,
Bu insanın kulakları şehvet dolu sözleri işitmeye, duymaya, dinlemeye susamış,
Bu insanın yüreği günahlarla kararmış ve her gün cehennemlikler gibi feryat edip azıcık da olsa iman nurunu elde etmeye hasret.
Burada çoktan ölmüş, öldürülmüş bir insandan bahsediyoruz. Modernist anlayış tıpkı bir örümceğin, avının hayat sıvısını emmesi gibi insan ruhunu emmiş onu değersiz ve bayağı olan fizik ve biyolojik bedenden ibaret bir ceset olarak orta yerde bırakmıştır.
Çağdaş dünya anlayışına göre insan serbest bırakılmalı ve onun kendisini teşhir etmesi engellenmemelidir. Çünkü bu tür duruşlar gericiliktir!

İnsanlık bugün İslam’ın tüm zamanları ve zeminleri kuşatan o parlak nuruna her zamankinden daha da muhtaç halde. İslam, dün olduğu gibi bugün de sahip olduğu delillerle, insanın doğasıyla/fıtratıyla birebir uyuşan perspektifleriyle ve insanda meydana getirmiş olduğu düzeyli, ilkeli ve değerlere dayalı bir değişim ve dönüşümle yeryüzünde kendisinden beslenmeyen tüm düşünce ve inanç biçimlerinin maskelerini düşürüyor ve o çirkin yüzlerini ortaya çıkarıyor/ deşifre ediyor.

İslam dini insanda ortaya çıkarmış olduğu hayâ duygusu ile insanları kötü fiilleri işlemekten korumaktadır. Hayâ adeta bireyin günah işlemesine karşı bir kalkan görevi görmektedir. Bu şekilde insanı fıtrata ters düşen ve dolayısıyla onu insaniliğinden uzaklaştıran her türlü durumdan uzaklaştırmış ve korumuş olur.
Hayâ sayesinde insan, hayvani duygu ve düşüncelere yönelmekten korunur. Allah insanı İslam fıtratına göre yaratmıştır ve dolayısıyla fıtrat Allah’ın ahlakı üzeredir. İşte, hayâ insanı bu yaratılışa/öze yöneltip iletir.

İnsanlar doğuştan kötülük işlemeye meyillidirler. İnsanlar nefis ve şeytan gibi iki temel kötülüğe itici faktörle karşı karşıyadırlar. İnsan nefis ve şeytanın yoğun çirkin isteklerine rağmen bu istekleri yerine getirmemek için çabalamalıdır. Bir anlamda hayâ, bu günaha itici faktörler karşısında bireyin güçlü bir irade ortaya koyup kendisinden bu istenenleri yapmamasıdır. Bu şekilde insanın iradesi veya diğer bir ifadeyle insani tarafı güçlenmiş olur.

İslam’ın helal ve haram daireleri içinde vasat bir yaşam sunduğu Müslüman/insan bu daire içinde kalmaya özenle ve azimle dikkat etmelidir. Bu sınırların dışında var olan sadece kayıptır, acıdır, kederdir. Hayâ özünde çirkin olan ve bulaştığında insanı da çirkinleştiren her türlü durum ve eylemden insanı sakındırarak, onu bu helal sınırlar içinde tutan temel güçtür.

Elbette, hayâyı meydana getiren ve insanı iffetli olmaya zorlayan temel faktör ise takvadır. Takva ise Allah’tan korkmaktır. Ama bu korku sadece Allah’ın azabından korkmak değil aynı zamanda Allah’ın sevgi ve rızasından, onun ilgi ve alakasından, O’nun feyiz ve kereminden, O’nun lütuf ve ihsanından mahrum kalma korkusudur. Bu ise sağlam inanç sahiplerinin takvasıdır.

Bundan olacak ki, Allah’ı sevenler O’nun kendilerine darılmaması için O’nun yakınlığından mahrum kalmamak için hayâlı olmaya ve iffetli kalmaya ölümüne dikkat etmişlerdir. Gözlerini, kulaklarını, dillerini, ellerini ayaklarını her türlü çirkin ve boş işlerden, söylemlerden ve yerlerden peygamberlerin uyarılarına uyarak korumuşlardır.

Şu ayetin içerdiği muhtevadan ise şiddetle çekinirler; “Müslümanların arasında hayâsızlığın yayılmasını isteyenler için hem dünyada, hem de ahirette pek acıklı işkenceler vardır.” (Nur, 19)

Hayâ insanda meydana geldi mi giderek derinleşmeye başlar. Kul sadece insanlar arasındayken değil, yalnız başına ve herkesten uzakken de yanlış bir şey yapmaktan utanır. En güzel hayâ da budur. Bu içi ve dışı bir olan muttaki Müslüman’ın hayâsıdır. İşte bu şekilde kul yalnız başına kaldığında Allah’tan hakkıyla utanmalıdır. Resulullah(s.a.v) buyuruyor; “Allah kendisinden utanmak konusunda her varlıktan daha fazla hak sahibidir.” (Tirmizi)

Dikkat edilirse Allah Kuran’ı Kerim’de, İmran’ın kızı Meryem ve Yusuf peygamberden (a.s) bahseder. Ayetlerde bu değerli şahsiyetlerin daha çok iffetlilikleri ve temiz oluşları vurgulanır ve öne çıkarılır. Hatta öyle ki, örneğin Hz. Meryem iffetliliği ve temiz oluşuyla başta peygamber (s.a.v.)’ in hanımları olmak üzere, o zamanın ve tüm diğer zamanların kadınlarına örnek olarak gösterilmektedir. Yusuf peygamber (a.s) de zor ve çetin bir imtihandan geçmesine rağmen Allah’ın yardımıyla iffetini korumuş ve tüm Müslüman erkeklere örnek olmuştur.

21. yüzyılın Müslüman bireyine de düşen bu ahlaki öğretileri çok iyi bir şekilde özümsemesi/ içselleştirmesidir. Bilinmelidir ki, bunlar bilinmeden ve yaşanmadan bu dinin gerçek bir temsilcisi ve taşıyıcısı olunamaz. Herkesin başına gelen ölüm mutlaka bir gün bizim de başımıza gelecektir. Bu fani dünyanın geçici süsleri, kısa anlık lezzetleri ve geçici eğlenceleri için ebedi bir hayat nasıl feda edilebilir? 21. yüzyılda o örnek İslam toplumunun yeniden inşası için yapılması gereken İslam’ın bu güzelliklerini hem kendimizde yaşatmak ve hem de tüm insanlığa yaymaktır. Ancak bu şekilde insanlık bu şehvet çukurundan, bu şehvet bataklığından kurtulabilir. Vesselam.

“Allah Teâlâ’dan hayâ ediniz! Hakikî manada Allah Teâlâ’dan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hatırlamaktır. Âhireti isteyenler dünyanın zinetinden, süsünden uzaklaşır. İşte bunları yapmak, Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkmak demektir”. (Hâdis-i Şerif, Tirmizi, Taberânî)